Şöyle bir dönüp dünya tarihine baktığınızda insanoğlunun barış içinde yaşamayı başaramadığını görürsünüz. Arkeolojik bulgulara göre dünyadaki ilk savaş 7000 yıl kadar önce Mısır’da yaşanmış. Sonrası gelmiş zaten. Kadeş Savaşı’ndan tutun, 1. Ve 2. Dünya Savaşlarından çıkın, Afganistan, Irak, Suriye, vesaire, vesaire.
Mesela 1740 – 1897 arasında Avrupa’da 230 savaş olmuş, 30 milyon insan ölmüş, 2.Dünya Savaşı’nda ise tam 50 milyon insan. Ve bugün hala insanlar savaşlarda ölmeye devam ediyor.
Son dönem savaşlarına baktığımızda dikkat çeken bir unsur da aslında savaşın kazananının olmaması. Ne Afganistan ne Irak ne de şimdilerde Suriye’de aslında hep kaybedenler var, ölenler, sakat kalanlar, hayatları yıkılanlar, özgürlüğünü yitirenler…
Toplumsal düzeyde savaş, toplu bir tehdit karşısında birlik olabilmek olarak tanımlanır. Savaş yalnızca savaşa katılan askerleri değil, tehdit altında olduğunu hisseden tüm toplumu birbirine bağlar. Böylelikle savaş, bireyin (sadece askerlerin değil) onurlu bir biçimde büyük bir bütünün parçası olduğunu hissetmesini sağlar. Bizim gibi bireysel başarıların düşük olduğu toplumlarda aidiyet duygusundaki eksiklikler kahramanlık öykünmelerini çok yükseltir. Bu eksiklik duyguları akıl ile davranıp büyük resmi görmek yerine başarıdaki eksikliği savaş kazanımları ile örtme çabasına yol açar. Peki, kahramanlık destanları aslında sonuçta bir kazanım getirir mi? İşte bu üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir sorudur.
Bireysel düzeyde ise, savaş insanların kendilerini her yaşamsal tehdit karşısında olduğu gibi daha ayık ve uyanık hissetmelerini, yaşamı karşıdaki tehdit nedeniyle çok net bir şekilde fark etmelerini sağlar. Tüm savaşlar adrenalin salgısının yükselmesine ve kişinin kendisini kahramanlık gösteren askerlerle özdeşleştirmesine yol açar. Birey bu sayede standart hayatında yakalayamadığı “başarıları” savaş sayesinde hayatının ortasına oturtur. Savaş, disiplin, cesaret ve fedakârlık gibi normal şartlarda yaşamımızda pek farkında olmadığımız, hissetmediğimiz yüksek insani niteliklerin ifadesini mümkün kılar. Bu da bireyin hayatındaki eksiklikleri dengeleyerek kendisini güçlü hissetmesini sağlar.
Tabii tam da burada temel motivasyonun altını çizmek lazım; zenginliği, statü ve gücü katlamak. Aslına bakarsanız savaşın temel nedeni, güçlerini ve servetlerini arttırmak için yola çıkan insanların, ülkelerin ya da şimdilere baktığımızda dünyayı yöneten insanların verdikleri kararlardır. Bu bir grup insan diğer grupların yaşadığı yerleri fethedip kendi egemenliklerini kurmaya, diğer grubun güç ve kaynaklarını ellerine geçirmeye çalışmaktadır. Kısacası elindeki ile yetinmemenin, açgözlülüğün ulvi birtakım nedenlere bağlanarak doyurulma çabasından başka bir şey değildir savaşlar. Güce doyamayanlar var olmaya devam ettikçe de savaşlar maalesef sona ermeyecektir.
Şu bir gerçek ki savaş, güçlü yönetimlere sahip güçlü devletler arasında yüksek oranda görülürken sürekli yöneticiliğin bulunmadığı ilkel toplumlarda neredeyse yok denecek kadar düşük oranda görülür. Gündelik ihtiyaçların en temel şekli ile karşılandığı toplumlar güç ile meşgul olmadıkları müddetçe hiç savaş görmeden yaşamlarını sürdürürler. Ne zaman ki güç devreye girer, sahip olma gücü besler, işte o zaman savaşlar başlar.
Tarihte yaşanmış hemen her savaşın işte tam da bu sebeplerle çıktığını göreceksiniz: topraklarına yeni topraklar katma, değerli yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kendi malı yapma, bu sayede serveti arttırma vee gücünü dünyaya gösterme.
Politikanın gereği denen savaşlar, aslında insanların sahip oldukları ile yetinmeyip hep daha fazlasını istemelerinden, bir türlü paylaşmayı istememelerinden köklenir.
Keşke malı, mülkü, gücü istiflemek yerine ihtiyacımız olanın fazlasını paylaşmayı öğrensek. İşte o zaman dünya yaşanılacak güzel bir yer olurdu.
Dr.phil. R. Meltem Kavcar Sırmalı
29 Ocak 2018